Vizyonda bu hafta: Ambargolu bir film; “New York’ta Yağmurlu Bir Gün”

Kısa film çeken eski arkadaşlarıyla karşılaştığında figüran eksikliğinden kendisini bir anda bir filmin içinde bulur.

Vizyonda bu hafta: Ambargolu bir film; “New York’ta Yağmurlu Bir Gün”


Woody Allen’ın yaklaşık iki sene önce tamamladığı fakat aleyhindeki cinsel istismar iddiaları nedeniyle yapım şirketinin rafa kaldırdığı New York’ta Yağmurlu Bir Gün filmi gecikmeli bir takvimle de olsa bu hafta itibariyle Bir Film’in dağıtım desteğiyle Türkiye vizyonunda seyirci ile buluşuyor.

Kesinlik kazanmamış iddialar yüzünden kendi ülkesinde ambargo gören yönetmenin filmi Amerika iç pazarında henüz görücüye çıkmadı. Fakat kendi ülkesi dışında dağıtım imkanı bulan film bu sayede seyirci ile buluşarak hak etmediği bir çöp film olma durumundan sıyrıldı. 

Yönetmenin kendisiyle ilgili gündemdeki iddia ya da spekülasyonların etkisinde kalıp bu filmi görmezden gelmeyi tercih edenler olabilir. Ama belirtmeliyim ki; bu filmi es geçmek, Woody Allen’ın kendine özgü anlatımıyla ortaya çıkardığı böylesi bir sanatsal kompozisyona farklı bir dinamik kazandıran yeni nesil oyuncuların sürükleyen performanslarını ıskalamak, Amerikan edebiyatından beslenen modern ve entelektüel bir komediden mahrum kalmak demek.

Ambargolu bir film; “New York’ta Yağmurlu Bir Gün”

Yönetmen: Woody Allen / Oyuncular: Timothée Chalamet, Elle Fanning, Selena Gomez, Liev Schreiber, Jude Law, Rebecca Hall, Diego Luna, Cherry Jones, Kelly Rohrbach / 92 dakika

 

Ailesi Manhattan’da yaşayan, New Yorklu zengin bir ailenin çocuğu olan Gatsby ve çocukluğu Tucson’da geçen, Arizonalı bir bankacının kızı olan Ashleigh büyüdükleri şehrin dışında okuyan, birbirlerine aşık bir genç çifttir.

Kültürel birikimlerinin üniversiteden aldıkları eğitimden ziyade yetiştikleri ortamlardan ve kendi kişisel ilgi alanlarından geldiğini söyleyebileceğimiz gençlerin ikisi de anakronistik, yani yaşadıkları zamana ait olmayan iki karakter gibidir.

Klasik edebiyata takıntısı olan, iyi şarkı söyleyen ve piyano çalabilen Gatsby aynı zamanda bağımlısı olduğu poker oyunlarında da çok şanslıdır. Ashleigh ise hayranı olduğu Kurosawa başta olmak üzere pek çok yönetmeni yakından takip eden bir film meraklısıdır. 

 

Üniversite gazetesi için muhabirlik de yapan Ashleigh’nin bu kişisel merakı bir gün ona efsanevi yönetmen Roland Pollard ile bir röportaj yapmanın kapısını açar.

Gatsby ise kız arkadaşının bu röportaj için Manhattan’a gitmesi gerektiğini öğrendiğinde ne zamandır onunla yapmak istediği bu şehir gezisini gerçekleştirmek için de bir fırsat yakalar.

 

Bu iş vesilesiyle güneşli bir hafta sonu boyunca sevgilisiyle baş başa geçirebilecekleri romantik bir seyahat için tüm detayları düşünen Gatsby, şehrin en güzel yerindeki bir otelde süit oda, öğlen ve akşam yemekleri için farklı yerlerde rezervasyon yapılmış restoranlar, aralarda ziyaret edecekleri sanat müzeleri ve galerilerine kadar her şeyi ayarlar.

 

Gatsby kız arkadaşının planlamış olduğu bir saatlik röportajından sonra sevgilisine büyüdüğü ve sevdiği şehrin melankolisini hissedebileceği güzel bir hafta sonunu yaşatmak için her şeyi organize eder.

Ancak Ashleigh ve Gatsby’nin hiç hesaba katmadıkları kötü hava şartları ve planda olmayan tuhaflıklar sonucu yolları ayrılan çift, bekledikleri güneşli bir havanın aksine başlayan yağmurla birlikte birbirlerinden gün boyunca ayrı bir şekilde bu karmaşık şehirde kendi hikayelerini yaşamaya başlarlar.

 

Gönülçelen

J. D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in the Rye)romanının ergenlik çağındaki sorunlu ama gönülçelen karakteri Holden Caulfield ile F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby)romanının idealist aşığı Jay Gatsby ile benzerlikleri olan Woody Allen’in Gatsby karakteri samimiyetsiz ortamlardan, yapmacık davranışlardan nefret eder.

 

Kendisinin orta-üstü bir zekaya ve farkındalığa sahip olduğunu söylemek mümkün olabilir. Yaşamayı ve aşkı sever ama gerçekten yaşamak istedikleri halihazırda yaşadığı şeyler midir, bundan tam olarak emin değildir. Ailesinden miras kalan yaşadığı dünyaya yabancı ama yabancılaştığı o dünyaya bir o kadar da muhtaçtır.

 

Her şeyin akıp gittiği, sonsuz bir devinimin olduğu bir dünyada değişiklilerden huzursuz olan Gatsby’nin gezmekten en çok keyif aldığı yerlerin arasında müzeler vardır. Çünkü oralarda her şey neredeyse aynı durağanlıkta korunaklı kalır.

Sinsi bir kaybeden

Gatsby’nin kız arkadaşı Ashleigh ise Fitzgerald’ın Daisy Buchanan karakteri misali yeni jenerasyonun femme fatale kadınları için bir emsaldir. O hıçkırıklarının deşifre ettiği cinsel uyanışlarını masum görüntüsüyle kamufle ederek romantikleşmeye çalışırken her şeyi eline yüzüne bulaştıran biridir.

Sırf gelecekte anlatacak iyi bir hikayesi olsun diye en yakınındaki kişiyi harcayan, ilişkilerini yakıp-yıkan ve etrafını enkaza çeviren ve iyi bir aşk hikayesi olarak gördüğü şey ise kısa sürede elinde patlayan ama aynı hızla hiçbir şey yaşanmamış gibi eski hayatına geri dönmeyi isteyen sinsi bir kaybedendir.

 

Röportaj için buluştuğu büyük yönetmen Roland Pollard ile bir arada oldukları süre boyunca kendisinin soru sorması ve cevap alması gerekirken aksine sürekli kendisine yöneltilen soruları cevaplamak durumunda kalan Ashleigh kendisini ilginin odağında bulur. Varoluşsal bir kriz yaşayan Pollard’ın bu durumundan iyi bir haber çıkartma fırsatı gören Ashleigh yönetmenle daha fazla vakit geçirebilmek için erkek arkadaşı Gatsby ile yapmış oldukları planları iptal eder.

 

 

Roland Pollard’ın post prodüksiyon aşamasındaki yetmiş milyon dolarlık bütçeli filmini seyretmek için yönetmenin peşine düşen Ashleigh böylelikle senaryo yazarı Ted Davidoff ve filmin başrol oyuncusu Francisco Vega ile tanışır.

 

Ekibin birbirleriyle olan anlaşmazlıkları nedeniyle ortadan kaybolan Pollard’la ilgili daha fazla bilgi elde etmek için Ted ile birlikte yollara düşer.

Tesadüfler ve yanlış anlaşılmalar sonucu kendini bir anda Ted ile eski karısı arasında bulan Ashleigh diğer tarafta paparazzilerin markajında kalarak isminin ünlü oyuncu Francisco Vega ile anılmasının önüne geçemez. Pardon, önüne geçmek istemez…

 

Böylece kendisinden yaşça büyük olmalarına rağmen biri efsane bir yönetmen, diğeri havalı bir senarist, bir diğeri ünlü bir oyuncu olan üç yetişkinin ilgisi arasında kendini kararsız kalmış görmek istemeyen Ashleigh vereceği kararın sonuçlarıyla da yüzleşmek zorunda kalacağını öngöremez.

En iyi ilk öpücük

Bu sırada, kendine özgü yolculuğunda Gatsby büyüdüğü şehrin sokaklarında avare yürüyüşler yapmakta, denk geldiği tanıdık yüzlerle sohbetler etmektedir. Kısa film çeken eski arkadaşlarıyla karşılaştığında figüran eksikliğinden kendisini bir anda bir filmin içinde bulur.

 

Ancak tesadüf odur ki o an çekilecek olan sahnede rol gereği bir önceki kız arkadaşının kardeşi Shannon ile öpüşmek zorundadır.

Diğer taraftan annesinin her yıl geleneksel bir şekilde gerçekleştirdiği partiden uzak kalmak için çok fazla ortalarda görünmemeye de gayret etmektedir.

Gatsby’nin Shannon ile arasındaki duygusal yakınlaşma bize Salinger’ın bohem dünyasını yaşatırken, Gatsby’nin annesi rolünde seyrettiğimiz Cherry Jones ile gelen sahneler tam anlamıyla Fitzgerald’a ait bir dünyayı bize hatırlatıyor.

Kültürel bir ironi

Timothée Chalamet, Elle Fanning ve Selena Gomez’in birlikte rol aldıkları usta oyuncuların gölgesinde kalma riskine rağmen Woody Allen’in bu romantik komedisinde müthiş derecede parlıyor ve performanslarıyla öne çıkıyorlar.

 

Yönetmenin kültürel gözlemleriyle sinematografik olarak da keyifli ve eğlenceli bir seyir sağlayan filmdeki tek handikap oyuncuların böylesi bir entrika ve dünya için çok genç görünüyor olmaları.

Woody Allen’ın sinemasal anlamda uzmanlığı her ne kadar gerçekçilik olmasa da yine de bu tercihinde bir ironi olduğunu düşünmek mümkün. Woody Allen’in yaşlı erkeklerin genç kadınlara olan ilgisi kadar, genç kadınların yaşlı erkeklere karşı önüne geçemedikleri zaafları olduğuna değinerek bir ters köşe yapmak istemiş gibi.

 

Ayrıca sinema sektöründe olanlarla ilgili de dalga geçmeyi ihmal etmeyen yönetmen, gazetecilik kisvesi altında yaşanılan şeylere de farklı bir perspektif sağlamayı ihmal etmiyor. 

 

Her ne kadar filmin geçtiği tarihle ilgili bir ibare yoksa da günümüz çağdaş Amerika’sında geçtiği varsayımında Y ve Z kuşağının akıllı telefonlara hapsolmuş bir dünyada yaşamalarından ziyade böylesi beylik davranışlarla yaşama ihtimalini görmek filmi başka bir açıdan da romantikleştiriyor. 

 

 

Film bir şaheser mi, elbette Woody Allen’in en iyisi diyebileceğimiz filmlerinden biri değil ama büyük ekranda seyretmeye değer mi derseniz, cevabım kesinlikle evet.

Filmden sonra eminim siz de hayatınızdaki tüm öpücükleri puanlayarak en iyi öpücüğünüzün hangisi olduğunu hatırlamak isteyeceksiniz. 

Haftanın diğer filmleri

Abigail: Sınırların Ötesinde

Aleksandr Boguslavskiy'nin yönettiği Abigail, salgın hastalık kisvesi altında özel güçlere sahip insanların alıkonulduğu bir ülkede yaşayan ve kendisi de özel güçlere sahip olan Abigail'in hikayesini anlatıyor.

Salgın bir hastalık yüzünden sınırları kapatılmış bir ülkede yaşayan Abigail henüz 6 yaşındayken, o hastalığa yakalanan babası yetkililer tarafından götürülür.

Abby özel güçleri olduğunu ve aslında yaşadığı o şehrin de sihirlerle dolu olduğunu anladığı gün o salgın hastalığın sadece özel güçleri olan insanları götürmek için bir bahane olduğunu fark eder ve babasını aramaya koyulur.

İblis Esir-i Beden

Hira Evren Işık'ın yönettiği İblis Esir-i Beden, astral seyahat ritüellerini denemek için yola çıkan dört arkadaşın hikayesini anlatıyor. Su, astral seyahat yapmak için yola çıkan dört üniversiteli arkadaşın en bilinçlisidir. Alisa, İlya ve Mete ile birlikte Erzurum’da 11 asırlık bir kilisede ateş çemberini çizerek ritüeli başlatırlar.

Alisa’nın, astral seyahate olan inançsızlığı bütün dengeyi bozar. Aralarındaki uyumsuzluk sonucu seyahati gerçekleştiremediklerini düşünerek ormanlık alanda terk edilmiş bir konakta bu defa birlikte değil ayrı ayrı ritüel yapmak isterler.

O konakta, bir süre kalmaya karar verirler ve orayı terk etmezler. Bir şeylerin yanlış gittiğini düşünen Su, paralel evren içerisinde kaybolduklarını anlar. Paralel evrende ritüeli ilk başlattıkları zamana gitmeye çalışsa da her defasında başarısız olur. Su, diğer boyuttan dönüşlerinin artık daha zor olacağını fark etse de arkadaşlarına bunu anlatmaz.

Boyutta ve zamanda seyahat yapmak için yeterli ilme sahip olmadan çıktıkları bu yolda birbirlerini ve zamanı kaybederler. Alisa, kendisini ve diğer arkadaşlarını başka bir boyuttan görerek dışarıdan izlemeye başlar. Onları uyarmaya çalışsa da arkadaşlarına sesini duyuramaz. Gördüğü şeyler karşısında dehşete kapılır ve şeytanın onu fark etmesine sebep olur.

Kediler

Cats and Peachtopia, günlerini beraber geçiren kediler Pofuduk ve oğlu Lokum'un macerasını anlatıyor. Podufuk, günlerini oğlu Lokum'la beraber uyuyup, camdan bakarak geçiren tombul bir ev kedisidir. Günün birinde Lokum hayatından sıkılarak, efsanevi Kediler Şehri’ni bulmak için evden kaçınca, Pofuduk da oğlunun peşinden yollara düşer.

Masal Şatosu - Sihirli Davet

Burak Kuka'nın yönettiği Masal Şatosu - Sihirli Davet, ağabeyi ve arkadaşlarıyla güzel bir yaz tatili geçirmekte olan 11 yaşındaki Neşe'nin, masal alemine açılan bir kapıyı keşfetmesiyle gelişen olayları konu ediniyor. Neşe, abisi ve arkadaşları ile birlikte mahallelerinde güzel bir yaz geçirmektedirler.

Ancak bir gece Neşe odasının penceresinden bakarken masal kahramanı bir cücenin bahçelerine bir şey sakladığını görür. Ertesi sabah bahçede bulduğu şey masal diyarına açılan kapının sihirli anahtarıdır ve bu anahtar Neşe’nin ve abisinin, arkadaşları ile birlikte o yazın hatta tüm yaşamlarının en unutulmaz iki gününü geçirmelerine sebep olacaktır.

Mircin

Mircin, kendilerini korkunç olayların içerisinde bulan bir grup arkadaşın hikayesini anlatıyor. Bir grup arkadaş, bulaşmamaları gereken bir olaya dahil olduklarında kendilerini büyük bir kovalamacanın içinde bulur. Onların bilmediği şey Karaköy'ün karanlık sokaklarından Beykoz'un ormanlarına uzanan bu kovalamacada yalnız olmadıklarıdır.

Kendilerini korkunç olayların içinde bulan gençler, en etkili büyülerden olan İspanyol büyüsü ile lanetlenmiştir. Bu büyü sadece lanetleneni etkilemekle kalmaz büyüyü yapanı da mahvedecektir.

Elveda Oğlum

Pekin Bisikleti ve Sürünenler gibi filmlerin yönetmeni Xiaoshuai Wang, Di jiu tian chang (So Long, My Son) isimli yeni filminde Çin’in tek çocuk politikasının yıkıcı etkilerini derinden yaşayan bir çiftin hikayesini konu ediniyor.

30 yıllık bir süreci anlatan film, Çin’in tek çocuk politikasının yıkıcı etkilerini derinden yaşayan bir çifti izliyor.

Ülkenin ekonomik büyümesinin ardından gelen toplumsal dönüşümünü de gözlemleyen film sevgi, arkadaşlık, çocuk sahibi olmak, keder, affetme gibi kavramlara da değiniyor.

 

The Independentturkish