Yargıçlar kendilerine karşı nesnel kalabilirler mi?
Ancak anladığım kadarıyla bu ortamda bulunan çözümler, hiçbir zaman doyurucu olmamıştır.
Yargıçlar kendilerine karşı nesnel kalabilirler mi?
Yargının üzerinde hiçbir siyasi baskının olmaması gerçekten de yargıcın kendi iç dünyasında bağımsız olmasını sağlayabilir mi?
Deniz Selçuk*
Anne ve babası hukukçu bir ailenin çocuğuyum.
Yalnızca ülkemizde değil, ailemizde de sürekli yargı erkinin yasama ve yürütme erklerinden nasıl bağımsız olacağı oldum olası tartışılır. Locke'tan, Montesquieu'den, Beccaria'dan söz edilir sık sık.
Adalet Bakanı ve müsteşarının HSK'da yer almaları da gündeme gelir. Ancak onların oylamaya katılmaları, bağımsızlığı örseleyen ağır bir yanlış olarak görülür.
Ancak anladığım kadarıyla bu ortamda bulunan çözümler, hiçbir zaman doyurucu olmamıştır.
Bunları elbette hiç yadırgamamışımdır.
Öte yandan hiç kuşkusuz siyasetçilerin her Allah'ın günü mahkemelerin önündeki davalarla ilgili yargılarda bulunmaları, hatta yol gösterici konuşmalar yapmaları ise, bütün hukukçuları olduğu gibi, onları da her zaman çok tedirgin etmiştir. Batı'nın hiper demokrasiye geçtiği bir çağda Batı'ya en yakın bir toplum olarak bu konularda gereken duyarlılığın gösterilmemesi, dahası bu türden girişimlere karşı çıkılmaması, duyarsız kalınması, uygar bir toplumda elbette hoş görülemez. Görülmemeli de.
Bizim ailede bu türden davranışlarla ilgili olarak sık sık anımsanan bir başka olay daha vardır: 1950'li yılların halkınca çok sevilen ünlü İtalyan başbakanı De Gasperi'nin bir Anayasa Mahkemesi (AYM) kararına uyulmayacağını söylemesi üzerine İtalyanlar, sokaklara dökülmüşler, genel grev üzerine Başbakan, AYM Başkanı'ndan özür dilemek zorunda kalmış.
Oysa bu toplumsal bilinç ve siyasetçilere yönelik uyarı, ülkemizde yaşanan onca yargıya yönelik tutumlar karşısında hiçbir zaman görülmemiştir.
Batı toplumu ile bizim toplumumuz arasındaki bu başkalık, siyasetçiye zaman zaman yargıya yönelik ağır suçlamaların bile yapılmasına olanak sağlamaktadır.
Aşılması gereken çok düşündürücü bir başkalıktır, bu.
O kadar çok ile getirildi ki, şunları artık öğrenmiş olmamız gerekir: Demokratik bir toplumda mahkemeler, yargıçlar yalnızca yasamaya, yürütmeye karşı değil, birbirlerine, sokağa, kamuoyunu, basına karşı da bağımsızdırlar.
Beccaria, 257 yıl önce yazdığı "Suçlar ve Cezalar Hakkında" adlı yapıtının 42'nci bölümünde "(...) bir kralın ulusuna ve kendisine vereceği en değerli armağan, aydın ve bilgili bir insanları kutsal yasaların emanetçisi ve bekçisi yapmaktır" demiştir.
Demek bu kutsal emanetçiler, yargıçlardır.
Mecelle'nin ünlü 1792'nci maddesi ise, bugüne değin sanırım hiçbir yasada yer almamıştır: "Hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm ve emîn, metîn, mekîn olmalıdır" (yargıç; bilge, anlayışlı, doğru ve güvenilir, saygın, dirençli, ölçülü ve sakınımlı olmalıdır).
2000'li yıllarda benimsenen yargıçlarla ve savcılarla ilgili Bangalor ve Budapeşte etik ilkeleri de elbette unutulamaz. Bunlar bütün dünyada yargıçların, savcıların, avukatların sık sık okuyup anımsamaları gereken ilkelerdir.
Varsayalım ki, yukarıdaki dile getirilen bütün kurallar ve ilkeler gerçekleşmiş olsun.
Özellikle yargıçların bağımsız ve yansız kalarak karar vermeleri için bunlar yeterli midir?
Elbette hayır.
İnsanların alınyazıları yargıçların vicdani kanılarına teslim edildiğine göre, yargıçların kendi inanç, düşünce ve ideolojilerine karşı da bağımsız olmaları, karar verirken bunlardan sıyrılıp etkilenmemeleri, tek sözcükle "nesnel" olmaları da gereklidir.
Yukarıdaki nesnel boyutların yanı sıra yargıçların bağımsız ve yansız olmalarının vazgeçilemez öznel boyutu da budur.
İşte tam da bu noktada önemli bir sorun karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu dilek ve öznel boyut, insan bilincinin doğal yapısıyla ilgilidir. Güzel ve soylu bir dilektir de.
Peki, bu yüzde yüz gerçekleşebilir mi?
Bu kaygının her toplumda ve hukuk düzeninde her zaman yaşandığı kanısındayım.
Yaşandığı içindir ki, Beccaria, tıpkı bir bakımı hocası Montesquieu gibi, yargıçlara yasaları yorumlama yetkisini tanımamış, hatta yasaklamıştır.
Neden?
Çünkü yargıç da bir insandır. Yasa koyucunun yerine geçerek yasaları yansız yorumlamaktan kaçınabilir. Bir başka anlatımla onları her an kendi dünya görüşüne ve inancına göre yorumlayıp uygulayabilir.
Bu ise elbette çok tehlikelidir. Mecelle'nin yukarıda sözü edilen maddesine, yargıçlık etik ilkelerine de çok aykırı bir tutumdur.
Bundan başka yargıç, yargı hüküm verirken yasayı doğru yorumlasa, yukarıda belirtilen nitelikleri taşısa bile, kendi inançlarından ve düşüncelerinden sıyrılarak nesnel kalabilir mi?
Kısaca bütün hukuk yapıtlarında dile getirilen bu dilek, gerçekçi, gerçekleşebilir bir dilek midir?
Hiç sanmıyorum.
Evet, ben hukukçu değilim. Hukuk konusunda bilimsel saptamalarda bulunmam elbette doğru değil.
Ancak bir ekonomist olarak şunları dile getirmek durumundayım.
Yargılama erki, kuşkusuz önemli bir güçtür. Bu yüzden iktidarlar, her zaman bir takım entrikalarla ya da siyasal baskılarla onu denetim altına almayı her zaman istemişlerdir. Ekonomistlerin "yatırım iklimi" olarak tanımladığı ortamın oluşması için yargı erki bağımsız olmak zorundadır. Bu koşullar gerçekleştiği zaman ekonomik büyüme sürdürülebilir hale gelir. Bu yüzden gelişmiş toplumlarda yargı bağımsızlığının güvencesi aslında halktır. Nitekim yukarıda değinilen De Gasperi olayı da bunu doğrulamaktadır. Gelişmiş toplumlarda bizzat yargı, iktidara karşı kendi bağımsızlığını sağlayamazsa halk, kendi yararı için yargıya sahip çıkar. Çünkü demokratik ülkelerde halk yargı erkinin bağımsızlığına sahip çıkmazsa yatırım yapılamayacağının ve yoksullaşacağının bilincindedir.
Peki, yargının üzerinde hiçbir siyasi baskının olmaması gerçekten de yargıcın kendi iç dünyasında bağımsız olmasını sağlayabilir mi? Erkler ayrılığı ilkesinin çıkış nedeni hiç kuşkusuz "insan bilincinin bölünemezliği gerçeği"nden dolayıdır. Çünkü yargıç, iyi niyetli dahi olsa kararını verirken onun nesnel (objektif) olamama riski her zaman vardır.
Bu nedenle kanımca günün birinde bu türden kararları evrensel ilkelere göre programlanmış yapay bir zekânın verebileceği inancımdayım. Zira yargıç da bir insandır. İnsan olduğu için de sonuçta tam olarak nesnel (objektif) karar veremeyeceği bilimsel biçimde deneylerle kanıtlanabilir. Bu, satranç oyuncularının çok iyi bildikleri bir örnekle açıklanabilir. Bilindiği üzere satrançta bilgisayara verilen süre uzatılırsa ya da daha hızlı bilgisayar kullanılırsa, ki her ikisi de aynı kapıya çıkar, bilgisayar daha fazla hamleyi analiz eder. İyi bir satranç programını her iki tarafın da en iyi hamlesini oynaması için kurarsanız ortaya çok derin analizler içeren partiler çıkar. Bunlar, taş fedasının olduğu kombinezonlar değil, daha çok strateji anlayışının egemen olduğu pozisyonel oyunlardır. Bunu geçmişte ben de Fritz adlı programla yapmıştım. Ne var ki, aynı şeyi çok iyi satranç oyuncuları dahi kesinlikle becerememekte, yani kendi kendine oynayarak çok iyi partiler üretememektedirler.
Neden?
Çünkü insan bilinci bölünemez. Kişi hem beyazların hem de siyahların lehine oynarken eşit derinlikte analiz yapamaz, yani âdil olamaz. Stefan Zweig'ın sonradan filmi çevrilen Satranç Ustası adında ünlü bir romanı var. Bir adam hapishanede iken zaman geçirmek için satranç tahtası üzerinde kendi kendine partiler üretmeye çalışıyor ve sonunda çıldırıyor. Bir kişi beyazlarla oynarken siyahların avantajını bilip sonra da siyahların hamlesini yaparken beyazların avantajlarını görmezden gelmeye çalışamaz, yani yansız olamaz. Oyuncu, beyazlar lehine daha iyi düşünürse beyazlar kazanır, siyahlar lehine daha iyi düşünürse siyahlar kazanır. Ama hem beyazlar, hem de siyahlar lehine eşit derinlikte düşünerek adil davranırsa (ki bu asla insan beyni değil, bilgisayarın yapabileceği bir özelliktir) o zaman oyunu seyreden satranç severler kazanır. Çünkü seyirciler, gerçekten eşit düzeyde iki oyuncunun kıran kırana mücadelesini izlediklerini hissetmektedirler. Bilgisayarda her iki tarafa verilen eşit süreyi uzattıkça ortaya çıkan oyunların niteliği kombinezonlu olmaktan giderek stratejik pozisyonlulara dönüşmektedir. Zira bilgisayar, beyazlar lehine bir kombinezon görürse aynı kombinezonu siyahlar lehine de gördüğü için siyahlar için de en iyi savunma stratejisini hesaplamaktadır. Sözgelimi, bilgisayar 12 hamle ötesini hesaplayabiliyorsa ve 13'üncü hamlede bir taraf lehine bir üstünlük gerçekleşirse ancak o pozisyona 12 hamle kaldıktan sonra her iki taraf adına analiz yaparken bunu fark edebiliyor ve sonuçta bir taraf diğerinden ancak kıl payı bir üstünlükle oyunu kazanabiliyor. Her iki tarafın da oyun gücü o kadar birbirine yakın gibi görünmektedir ki, kaybeden tarafın nerede hata yaptığını bulmak bile çok zorlaşmaktadır. Oysa o düzeydeki satranç oyuncuları aynı düzeyde hayali partiler üretememektedir.
Dolayısıyla hukuk, bu konuda başka çözümler üretmelidir.
https://t24.com.tr/haber/yargiclar-kendilerine-karsi-nesnel-kalabilirler-mi,925728
T24.COM.TR