Yorum: Beştepe talimatlı dış politika, garantili yalnızlaşma

Erdoğan neden böyle yapıyor?

Yorum: Beştepe talimatlı dış politika, garantili yalnızlaşma


Yorum: Beştepe talimatlı dış politika, garantili yalnızlaşma

"Kavala’nın serbest bırakılmasını isteyen büyükelçilerin 'istenmeyen kişi' ilan edilmesi talimatı, iktidarı iyice yalnızlaştıracak." Erdoğan’ın persona non grata tepkisi ve sonuçlarını Banu Güven DW Türkçe için yazdı

Bir ülkenin büyükelçisini "persona non grata",  yani istenmeyen kişi ilan etmek, diplomaside başvurulan en sert yaptırımlardan biri, dolayısıyla sık tanık olduğumuz bir uygulama değil. Hele 10 ülkenin büyükelçisini topluca istenmeyen kişi ilan edip göndermeye çalışmak, diplomasi tarihinde görülmüş türden bir girişim değil. Bu arada, girişimin sahibinin de Dışişleri Bakanlığı değil, Cumhurbaşkanı olması, bu işin "talimatla" yaptırılması da ayrı bir mesele.

Konu artık herkesin malumu: Ortak bir deklarasyon yayınlayıp, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları doğrultusunda Osman Kavala'nın derhal serbest bırakılmasının sağlanması için Türkiye'ye çağrıda bulunuyoruz" diyen 10 büyükelçi, Cumhurbaşkanı'nın hedefinde. "Neden Almanya, ABD, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, Kanada ve Yeni Zelanda'nın hükümetleri değil de, büyükelçileri böyle bir çağrıda bulundu" sorusu, sizin de aklınıza gelmiş olabilir. Bu sorunun cevabına dair somut bilgim yok, ama bugüne kadarki gözlemlerden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Bu 10 ülkenin büyükelçilikleri, Türkiye'de hukukun üstünlüğünün ayaklar altına alındığı örnek davalardan olan Osman Kavala davasının tüm duruşmalarını yakından takip ediyor. Bu açıklamayı da, Kavala'nın gözaltına alınmasının 4. yıldönümüne denk getiriyorlar. Bu çağrıya yer veren ve doğrudan Türkiye'yi muhatap alan bir açıklamanın, bu ülkelerin Dışişleri Bakanlıkları'nın bilgisi dışında yapılmış olması pek mümkün görünmüyor. Aslında büyükelçiler bu çağrıyı her fırsatta sözlü olarak da dile getiriyor, ama çağrı bir metin haline getirildiği ve 10 büyükelçilik tarafından sosyal medyada aynı gün paylaşıldığı için, kulak asılmayan açıklamalara kıyasla, iktidarı çok daha fazla rahatsız ediyor. Büyükelçiler de bu nedenle Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldılar zaten. Ancak Erdoğan'a, büyükelçilerin uyarılması yetmemiş ki, "Talimat verdim" diyerek bakanlığın üzerinde baskı kuruyor. Her gün totaliterliğe bir adım daha yaklaşan bu yönetim anlayışı, kendine göre dizayn ettiği bakanlığa bile seçenek bırakmak istemiyor.

Peki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Erdoğan'ın sözünden çıkabilir mi? Bugüne kadar ikna edememiş, bundan sonra ikna edebilir mi? Bir de birileri, büyükelçilerin o açıklamayı Dışişleri'ne giderek değil, sosyal medyadan yayınladığını Erdoğan'a söyleyebilir mi? Erdoğan'ın Dışişleri'ne çağrılan büyükelçilerle ilgili, "10 tane büyükelçi onun (Kavala) için Dışişleri Bakanlığı'na geliyor. Bu ne terbiyesizliktir ya" diye konuşması size de garip gelmedi mi? Peki, Dışişleri Bakanı'nın, Erdoğan'ın dış politika başdanışmanının, sözcüsü İbrahim Kalın'ın, İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un bu konuyla ilgili hiçbir paylaşım yapmaması dikkatinizi çekti mi? Her fırsatta had bildiren ekip Erdoğan'ın Eskişehir'de gürlemesinin ardından ilk 24 saatte suskun kalırken, fırsatı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kullandı. Hakkari'de "persona non grata" falan diye ayrıntıya girmedi, ama Erdoğan'ın nazarında puan toplamak için olanca gücüyle "Topunuz gelin, korkan namerttir" diye bağırdı.

Erdoğan neden böyle yapıyor?

Cumhurbaşkanının, bu yazıyı yazdığım sırada hala hayata geçmemiş olan "istenmeyen kişi" talimatının ardında birkaç neden var. Bunlardan başlıcası karakteri. Erdoğan, kendi doğrularından başkasını dinlemeyen ve burnunun dikine giden bir lider. Aynı para politikasında, Merkez Bankası kararlarında olduğu gibi, dış politikada da uzmanları dinlemek yerine, kendi kanaatine göre davranabiliyor. İstemediği bir müdahaleyle karşılaştığında, diplomasinin incelikli ve çok net tarif edilmiş yollarından ziyade, Türkçe'ye kısaca "Höt" diye de çevirebileceğimiz "One minute" tavrını benimsiyor. Bu tavrın onu güçlü kıldığını düşünüyor, özellikle de elinde tuttuğu mülteci kartı ve Türkiye'nin bölgesel rolünün, Batı'ya zaman zaman geri adım attırabildiğini düşünüyor.

Erdoğan'ın siyasi genlerinde de Batı'ya karşı bir antagonizm var. Batı'nın, özellikle AB'nin bazı üyelerinin Türkiye'ye karşı çifte standartlı yaklaşımı ve toptancı karşıtlığı, bu olumsuz duygularını besliyor. Siyaseten çatışma söz konusu olunca kullandığı dil bu hissiyatını açık ediyor.

Erdoğan'ın kafayı taktığı bazı kişiler var. "Peki ama neden" sorusunun siyasi bir cevabı olsa da, rasyonel cevabı yok. Casuslukla itham ettiği Rahip Brunson ya da Deniz Yücel örneklerinde olduğu gibi, bu tavır önce memlekete, sonra da kendi iktidarına zarar veriyor. Sonra zarar öyle bir boyuta ulaşıyor ki, Erdoğan geri adım atmak zorunda kalıyor, ama bir ders de almıyor. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala da Erdoğan'ın en takıntılı olduğu iki karakter. Erdoğan bu iki ismi de, başkanlık sistemine ve otoritesine karşı oldukları için kafasında ayrı ayrı mahkum etmiş, cezalarını çoktan kesmiş. Bu yüzden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, AB İlerleme Raporu'nda isimlerinin geçmesi, büyükelçiliklerin açıklaması onu öfkelendiriyor.

Banu Güven

Banu Güven

Erdoğan, ne zaman seçmen desteği kaybetse milliyetçi duyguları kamçılayacak manevralar yapmakla da meşhur. Bu, bazen Suriye'de bir harekat, bazen de Batı'ya meydan okuma oluyor. Türkiye'nin Avrupa Birliği'nden mülteciler ya da Gümrük Birliği'nin iyileştirilmesi konusundaki beklentilerinin karşılanmaması ve üyelik perspektifinin fiilen ortadan kalkması da, Erdoğan'a bu rahatlığı veriyor. Ne var ki, büyükelçileri istenmeyen kişi ilan etme girişimi, uçurumdan yuvarladığı ekonominin altında kalan halkın karnını doyurmuyor. Karın doyurmak bir yana, bu girişiminin filelerin daha az dolmasına neden olacak türden sonuçlarını da göreceğiz. Geçinmek o kadar zorlaştı ki, aynı konuşmada Selahattin Demirtaş ve ailesine yönelik sarfettiği ağır sözlerin bile istediği etkiyi yaratması zor. Bu arada şunun da altı çizilmeli: Erdoğan bağımsız yargıdan falan bahsederken kullandığı her cümleyle, aslında her şeyin kendisine bağlı olduğunu bizzat teyit etmiş oluyor.

Türkiye, bu inat devam ederse, üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nde de yaptırımla karşılaşacak. Konseyin karar organı olan Bakanlar Komitesi, 30 Kasım - 2 Aralık tarihleri arasında toplanacak. Eğer Osman Kavala AİHM'nin aldığı karar doğrultusunda o tarihe kadar serbest bırakılmazsa, Türkiye'ye yönelik yaptırım süreci başlayacak. Türkiye'nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal edip etmediği incelenecek ve bu sürecin sonunda oy hakkının askıya alınması söz konusu olabilecek. Konsey mekanizmasında üyelikten çıkarma yaptırımı da var, ama bugüne kadar bir kez, o da cunta döneminde Yunanistan için gündeme geldi.

Erdoğan, "persona non grata" girişimiyle müttefik olduğu ülkelerle ilişkisini bir adım daha geriye götürmüş oluyor. En önemlisi, Erdoğan'ın bu tavrı, birçok anlaşmazlıkta Türkiye'nin destekçisi rolündeki Almanya'da yeni kurulacak hükümetle de, beklenenden daha zor bir başlangıca neden olacak. Erdoğan iktidarı gittikçe yalnızlaşacak. Özellikle de Yunanistan ve Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz'deki anlaşmazlıklar konusunda Fransa ve ABD'yi savunma ve işbirliği paktlarıyla arkasına almışken.

Erdoğan kendi ayağına basmaya devam ediyor.

Banu Güven

Deutsche Welle Türkçe